Yarın gezegenimize büyük bir asteroid çarpacak, ne tedbir alırsın? sorusuna “dolar satın alırım” cevabını verenlerin çoğunluğunun Türk Vatandaşı olduğu rivayet edilir. İşte Türkiye’de dövize dair her şey! ŞERİF ELENDER yazıyor:
YAKIN TARİHİMİZİ HATIRLAMA
Henüz paranın kağıt olanı icat edilmeden önceki dönemlerde, alış veriş için değerli madenlerden yapılanları (sikke) tedavüldeydi. Ayarının ve ağırlığının standart olması ve elbette arkasında siyasi bir yapının (devlet) bulunması, paranın dolaşımda kullanılabilmesi için kâfi idi. Para aynı zamanda devletin egemenliğinin gereği ve nişanesidir. Sikkeye göre birçok üstünlüğü olmasına rağmen banknotun kabul görebilmesi için öncelikle belirli ağırlıkta değerli bir madene -altına veya gümüşe- endekslenmesi; diğer bir deyişle kağıt paranın altın karşılığının garanti edilmesi gerekiyordu. Çünkü insanlar biliyordu ki devlet bile sıkışınca hile yapardı; sikkenin içindeki saf altın ya da gümüş miktarını azaltması gibi… Aslında sade bir tebaanın (vatandaş) eline kağıt olanı alıp, “verin altınımı” demiş olabileceği akla yakın gelmiyor. Ama Osmanlının son dönemlerinde banknotunun ülke içinde İstanbul’dan uzaklaştıkça değerinin düştüğü, çok bilinen bir yakın tarih gerçeğidir. 20. Yüzyılın başlarında buna benzer sorunlarla çok uğraşan İstanbul Maliye bürokrasisi, “altın ve gümüşe aynı anda endeksli” para icat etmiş, ama her zaman olduğu gibi bu parasal işlemden de sonuç alamamıştır. Osmanlı Devleti 19. yüzyılda başlayan “modern iktisat” çağına geç girmesi, siyasetçi ve bürokrat sınıfın intibak süreci, azınlıkların tasfiyesi gibi sebeplerle bir türlü ekonomisini gerektiği gibi kontrol edememiştir. 1850’li yıllarda başlayan dış kaynak operasyonlarını “eline yüzüne” bulaştırmış, bunların siyasi sonuçları “Devletin Başının” iktidardan düşürülmesi ve hatta katline kadar gitmiştir. Duyunu Umumiye ayıbı ekonomi yönetimimizin yetersizlik – beceriksizlik sarmalının sonuçları olmasının ötesinde, finansal konulardaki “garibanlık” hali neredeyse tüm halkın genlerine kazınmıştır. Osmanlının tüm mirasını almak ve taşımak zorunda kalan Türkiye Cumhuriyeti, tabii ki önceki rejimin siyasetçilerini ve bürokratlarını da kullanmaya mecbur kalmıştır.
Reşat ve Hamit altınları, son beş padişahın bastırdığı diğerleri gibi 7,21 gram ağırlığındadır ve içinde 6,61 gram saf altın vardır; halen sarraflarda muamele görür. Cumhuriyet altını da aynı ağırlık ve saflıktadır.1931 yılında TCMB kuruluncaya dek banknot basma yetkisi, Osmanlı Devleti devrinde olduğu gibi Osmanlı Bankası imtiyazında olmaya devam etti. Osmanlı döneminin nadir yüksek kalibreli ekonomistlerin başında gelen, ama yararlanma imkanını bulamadığımız Mehmet Cavid Bey’in haricinde Cumhuriyetimizin kurucu kadrosunun içinde merhum Celal Bayar niteliğinde üçüncü iyi bir iktisatçının mevcudiyeti tartışılır. Çoğunluğu asker kökenli kurucu kadronun “iktisadi hafızalarında”, Duyunu Umumi, ‘on yıl durmaksızın süren savaş ekonomisi’, ‘Lozan’da kapitülasyon “belası” ile “iç hukukumuzu ilzam” etmesi gereken konuların bezdirici pazarlıkları’, hep ilk ve daima hatırlanacak kâbus olarak ömür boyu kalmıştır. Lozan’da imza atılmasından sonra, kapitülasyonlar 6 yıl daha devam ettirildi ve yeni kurulan rejim birçok “iktisadi hükümranlık yetkisini” kullanmak hakkını ertelemek zorunda kaldı. Tabii Osmanlı Borçlarının üçte ikisinin ödeme başlangıç tarihi de aynı süre kadar ertelenmişti. Bu altı yıllık dönem istatistiki nedenlerle hızlı büyüme devri olmakla birlikte Cumhuriyet yönetimi, rüşdünü ispat için esasen 1929 yılını beklemekte idi. Fakat o yıl insanlık tarihinin en büyük iktisadi krizi, karabasan gibi Türkiye’nin de üzerine çöktü. Büyük Buhran denilen bu kaos, ABD’de 1929 Ekim’inde çıktı ve tüm Dünya halklarının fakirleşmesine sebep olmasından da öte 2. Dünya Savaşı belasına kadar 10 sene sürdü ve belki bu savaşta ölen 75 milyon insanın katillerinden biri oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tam kapitülasyonlardan kurtulduğu dönemin başında çıkan kriz sebebiyle, geleneksel ürünlerini önceki yılın fiyatlarının yarısına bile satamaz halde düşmüş iken -Almanya’nın yaptığı gibi- borç konsolidasyonu talep etmedi. Üstelik eğitimli nüfusunu ve medenilerinin çoğunu kaybetmiş olmanın çaresizliği ile de yüzleşmek zorunda kaldı. Birinci İzmir İktisat Kongresinde hayal edilenlerin tümünü ve liberal ekonomik sistemin gereklerini uygulamayı terk etmek zorunda kaldık.
1930 senesinin başında üç yıllığına -geçici -çıkartılan “Türk Parasını Koruma Kanunu” (TPKK), 14 kez uzatılmasının ardından 1970 yılında süresiz hale getirilmiş ve de üzerinde 9 kez değişikli yapılmış halen cari bir yasadır. “Madde 1- Kambiyo, nukut, esham ve tahvilat alım ve satımının ve bunlar ile kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan mamul veya bunları muhtevi her nevi eşya ve kıymetlerin ve ticari senetlerle tediyeyi temine yarıyan her türlü vasıta ve vesikaların memleketten ihracı veya memlekete ithalinin tanzim ve tahdidine ve Türk parasının kıymetinin korunması zımnında kararlar ittihazına Bakanlar Kurulu salahiyetlidir.” diye başlar. Yasa metninin devamında birçok yasak ve bolca idari para cezaları vardır ama hapis cezası yaptırımı yoktur. Dövize ilişkin hapis cezası ilk olarak 1942 yılının Aralık ayında yasalarımıza girmiştir ve tam kırk sene mevzuatımızda kalmıştır. Genç insanlara tuhaf gelecek ama misal: cebinize 1(bir) dolarla bile yakalanırsanız tutuklanıp hapse giriyordunuz.
DÖVİZ (TÜRKİYE’DE) NE İŞE YARAR?
1. Döviz (sadece bizde) tasarruf ve yatırım aracıdır. Döviz biriktirir, dövize ve dövizle yatırım yaparız.
2. Döviz, borçlanma ölçüsü ve aracıdır. Borç alır veya verirken kendi para birimimiz ile değil dolar –mark (şimdi Euro) olarak borçlanır ya da alacaklanırız.
3. Fiyat ve değer tariflerimizi dövize göre yaparız. Yani aldığımız evin değerini lira ödesek bile dolara çevirerek söyleriz; çünkü birkaç yıl sonra kendi paramız (TL), evin değerini “doğru” ifade edemez.
4. İşletmelerin geçmiş dönemlere ait mali tablolarını analiz ederken rakamları önce yabancı para birimine çevirir, öyle devam ederiz.
5. Yurt dışından mal ve hizmet satın alma işlemlerinde ödeme aracı olarak kullanırız.
6. İhracatımızı döviz cinsinden yapar ve tahsil ederiz. (Yakın zamana kadar “zorundaydık”)
7. Yabancı ülkelere giderken yanımıza alırız, çünkü bizim parayı “oralarda” kullanmak pek mümkün değildir.
8. İmkan varsa, bankadan kullandığımız kredileri yabancı para birimi ile almak isteriz, çünkü “faizleri düşüktür” diye düşünürüz. Devalüasyon olursa kredi borcunun kur farkı zararını ödememek için dava açarız, kazanırız da…
9. Mümkünse ürün ya da hizmet fiyat listelerimizi dövizli hazırlarız. Prestijli mekanların kira sözleşmelerinde metre kare bedellerini € veya $ cinsinden yazarız.
10. Çoğumuzun cüzdanında veya evinin bir köşesinde nedense bir miktar efektif vardır; bu para -muska misali- kendimizi (zahar?) iyi hissetmemize yarar.
EKONOMİ(Yİ) YÖNETİM TARZIMIZ
Devlet bir alana elini uzattığında, -mecbur kalmaz ise- bir daha oradan çıkmaz, hele bu ekonomik alan ise üstelik zarar vermeden asla çıkamaz. Bizim devletimiz, 1930’larda saplandığı dünya iktisadi krizi vesilesiyle ekonominin uluslar arası ödemeler boyutuna da her şeyiyle girdi ve onlarca yıl bir türlü çıkamadı. Gerçi dövizli işlemlere ilişkin belli alanlarında dünya ekonomik sisteminin de bizi “arkadan itmeleri” oldu ama karşımıza çıkan normalleşme fırsatlarının çoğunu görmezden geldik. Devletimiz, TPKK, arkasından Cihan Harbi etkisi ile 1940’da Milli Korunma Kanunu (narh ve müsadere), 1942’de Varlık Vergisi Kanunu ve 1944’de Tarım Vergisi Kanunu vasıtalarıyla istisnai uygulamalara devam etmiştir. Bu ve benzer uygulamalar sebebiyle “Millet – Devlet” güven ilişkisi onarılmaz bir şekilde zedelenmiş, anormallikler olağanlaşmış ve istisnai – garip bu süreç bir türlü sona erememiştir.
Türkiye Ekonomi Tarihi, içeride siyasi yapı değişiklikleriyle ve yurt dışında ise ekonomik konjonktürle yakın ilişkilidir. Dünyayı etkileyen ekonomik yenilikler ve gelişmeler gecikmeli de olsa mutlaka iç dinamikleri zorlar ve dönüşüme yardımcı olur. Ancak bu dönüşüm sürecinin uzunluğu ve bize has uygulamaları birçok garabete sebebiyet vermiştir. Ama daha önemlisi, iktidarlar ve bunların ideolojileri değişse dahi uygulamalar bazen tamamen aynı olabilmektedir. Mesela “Milli Korunma Kanunu” CHP tek parti ürünü ve dönemin muhalefetinin en çok eleştirdiği olgu olmasına rağmen DP iktidarının da başvurduğu bir iktisadi çarpıklıktır. En kolay görünen yönetim tarzı “emir komuta” metodu, ekonomide hiç çalışmaz ve zorlanırsa başka daha derin çarpıklıklara vesile olur.
DÖVİZ ve KAÇAKÇILIK
Kaçakçılık birçok ülkenin başının belasıdır; ancak öncelikle tasnif ve tanımı iyi yapılmalıdır ki sağlıklı çözümler bulma imkanı ortaya çıkabilsin. İlk türü “ekonomik kaçakçılıktır”, yani kamunun iktisadi politikasına muhalif ve vergi geliri kaybına neden olacak eylemlerdir. İthali yasak bir şey yurda sokulur veya giriş – çıkışı kısıtlanmış olan bir ticari meta, yasaklı bir ödeme aracı, izinsiz yada yanlış beyanla gümrükten geçirilirse bu eylem gümrük kaçakçılığıdır. Vergi kaçakçılığı ise ödenmesi gereken vergiyi eksik veya hiç ödememe işidir. İkinci grup kaçakçılık ise “ağır suçlar” kapsamında olan uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı gibi cürüm türleridir. Devlet ekonomide ne kadar yasakçı ve “pahalıcı” ise gümrüklerdeki mali kaçakçılık o denli cazip hale gelir. Türkiye’de on yıllar boyunca ticari malların önemli bir kısmı “ithalatı yasaklı” veya kısıtlı miktarda ithali yapılabilenler listesinde idi. “Bir toplu iğne bile” imal edemediğimiz çağlarda (1930 – 1965 arası) insanlar, sıradan ihtiyaçlarını bile vitrinlerde görme imkanına erişemiyordu. Dış alemde “gani”olan birçok ürün, içeriye sadece kaçak yolla girebiliyordu ve sonuçta -ister istemez- bir “kaçakçılık sektörü” teşekkül etti. Önceleri sınıra yakın bölgelerde “katır sırtında” getirilen kaçak mallar, refah ve talep arttıkça “Tırlar ve hatta gemilerle” getirilip ülkeye sokulur oldu. İlk dönemlerde iki sınır ilçesi tacirlerinin hakim olduğu bu sektör, zamanla büyüyerek neredeyse ticaret grubu içinde ilk üç arasına yükseldi; zirveye ise 1970 -1982 yılları arasında ulaştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında sınırdan çay, tütün, tırnak makası, çakmak taşı vs geçiren kaçakçılar, 1970’lere gelindiğinde artık birkaç emtia dışında ülkenin tüm ihtiyacını karşılayabilecek güç ve beceriye ulaşmıştı. Bilinmelidir ki bir ülkede kaçakçılık varsa Devletin toplaması gereken vergi, sade tüccarın kazanması gereken kâr, tüketicinin erişmesi gereken makul fiyat ile karaborsa fiyatı arasındaki fark “gözü kara” bir zümrenin cebine transfer oluyordur. Kapalı ve baskıcı ekonomilerde bu açmazdan kurtulmanın bir yolu yoktur; nihayetinde toplumun çoğunluğu bir şekilde bu “yasa dışı” ticaretin parçası oluverir.
Bir şeyin fiyatını devlet belirliyorsa buna narh koymak denir. Narhın olduğu her yerde çift fiyat vardır; yani bir devletin fiyatı, bir de gerçek fiyat: piyasa fiyatı. Fiyat belirleme işini devletin yaptığı işlerde paralel piyasanın satıcılarına “karaborsacı” denir. Teorik olarak arz ve talebin eşitlendiği yerde oluşan fiyat doğru fiyattır; devletin narh’ı doğru fiyattan koyabilmesi için tüm “arzlara ve taleplere” eşit cevap verebilmesi gerekir ki bu durum sonsuzda bir ihtimaldir.
Bir ülkenin para biriminin değeri piyasada belirleniyorsa kur’un içinde her faktör vardır; riski alanlar ve sorumluları, “alıcılar ile satıcılar”dır. Dünya’da 1970’lerin başında “altına bağlı kambiyo sistemi” terk edildi ve böylece devletlerin eli “kur belirleme” konusunda iyice rahatlamış oldu. Modern ekonomiye sahip birçok ülkenin kontrollü kurdan tamamen dalgalı kura geçmesine rağmen, Türkiye bu dönemde gerekli hamleyi yap(a)mamıştır. Esasen artık “kaderimiz” olan devalüasyon silahının daha çağdaş ve “insani” kullanabilmek için işi piyasaya bırakma fırsatını kaçırmış olduk ve bu gecikme bize pahalıya mal oldu.
Diğer bir kaçakçılık türü ise pek az bilinir ve üzerinde yeterince durulmaz: Dışarıya kaçak mal çıkarmak… O da ne? demeyin, şöyle: Rekabette güçlü olduğumuz bazı ürünlerde yüksek vergi bazen de kotalar olur; dövizi yurda getirip ucuz fiyattan devretmek mecburiyeti vardır vs… Malın ihraç fiyatını veya miktarını Gümrük Çıkış Beyannamesinde az gösterdiğinizde bu iki şeye yaramakta idi: Daha az vergi ödersiniz ve dövizi Türkiye’ye getirip ucuz fiyata satma zorunluluğundan (enayiliği) kurtulurdunuz.
DÖVİZ FİYATI DEĞİŞİRSE, NELERİ DEĞİŞTİRİR?
1. Yurt dışına mal ve hizmet satanların cebine girecek liranın miktarını değiştirir, dolayısı ile rekabet gücünü etkiler; nihayetinde ise dış ticaret miktarını değiştirir.
2. İthalatçının, dolayısıyla nihai tüketicinin maliyetini değiştirir.
3. Borçlunun lira borcunu değiştirir, alacaklı için de aynı şey geçerlidir.
4. Döviz varlıkları olanların içerideki servetini değiştirir.
5. Vergi gelirlerini değiştirir.
6. İnsanların harcama kararlarını etkiler ve değiştirir.
7. Piyasadaki likiditeyi değiştirir.
8. İnsanlarımız (illaki) rahatsız olur.
1930 – 1989 dönemi Türkiye’de Dış Ticaret ve Kambiyo Mevzuatı Nasıldı?
1. İthalat ve İhracat işlemleri izne tabi idi. Yani tüccar yurt dışına mal satacak veya ithalat yapacak ise, işe permi – müsaade, yetki, tahsis vs ile başlamak zorunda idi. Gümrük Müşavirliği mesleği çok kârlı bir iş idi; ithalat işlemlerinin %2 gümrükçü komisyonu vardı ki bu oran şimdilerde toptan ithalatta hedeflenen ortalama net kâr beklentisine yakındır.
2. Dış ticaret ile uğraşan her istediği malı her istediği fiyata alıp satamazdı. Miktar bakımından kısıtlama vardı, mesela her tüccar kol saatini ancak yılda belirlenmiş miktar kadar getirebilirdi. Buna kota denirdi, ilaveten birim fiyatlarda da devletin onayı gerekirdi, yurt dışından ucuza mal alamazdınız. Halen buna benzer bazı uygulamaların devam ettiği vak’alar var ve çok insanımız hapis cezası riski altındadır.
3. Özel yada tüzel kişilerin nakit yabancı para (efektif) bulundurması yasaktı, yakalanırsa hapse girerdi. Lakin efektif döviz ticareti sarrafiye dükkanlarında el altından yapılırdı.
4. Bankalar dahil TCMB dışında hiçbir kurum yurt dışında döviz pozisyonu alamaz ve de FX (döviz) hesabı açamazlardı. Şimdi aklınıza “öyleyse dış ödemeler nasıl yapılıyordu?” sorusu gelecektir, cevabı: Bankalar müşterilerinin transfer taleplerini TCMB’na iletirler, ödemeler Merkez Bankası marifeti ile yapılırdı.
5. Yurt dışına gidecekseniz elbette dövizi TCMB verirdi. Pasaportla Unkapanı’na gider, efektif hakkınızı resmi kurdan satın alırdınız. Bu usul, “dövizde çifte fiyat” nedeniyle insanlara yeni bir geçim kapısı sağlamıştı. Bunun üzerine Devletimiz tedbir olarak bir Türk vatandaşının ancak iki (sonraları üç) yılda bir yurt dışına (turistik) çıkabileceğine hükmetti.
6. Hastalık veya eğitim için yurt dışına gidilecekse, durum yukarıdaki gibiydi.
7. Altın ve diğer değerli madenlerden yapılmış ziynet ile sikkeleri bulundurulması ve ticareti serbestti, ama ham maddesinin ithalatı yasaktı. Darphaneye altın bastırmaya giden sarraflara ise külçenin kaynağı sorul(a)mazdı.
8. 1982 yılına kadar yurt dışı mal ve hizmet satışı yapan tacir (ihracatçı) kazandığı dövizi Türkiye’ye getirerek “resmi kurdan” satmak zorundaydı. Bu işlemi yapmazsa kaçakçı muamelesi görürdü. Elbette resmi kur ile serbest kur arasında geniş bir makas vardı. 1958 Devalüasyonu yapılırken Devletimiz makas konusunda vatandaşlarına yardımcı olmak amacı ile 3 adet farklı resmi kur belirleme “zarafeti” göstermişti!!!
9. Dış ticaret geliri sağlayan kişiler dövizinin tamamını “mukim” bankalara satmak mecburiyetinde idi. Dahası bankalar satın aldıkları dövizin bir kısmını (dörtte biri) TCMB’ye Merkez Bankasının belirlediği fiyattan satmak zorunda (zorunlu devir) idi; bir çeşit Milli Korunma Kanunu uygulaması…
Türkiye iktisadi zıplama yapma fırsatı bulma konusunda son derecede “zayıf şanslıdır”, açıkçası “kısmetsizdir”. Karşımıza çıkan nadir birkaç fırsattan biri, 1960’ların başından itibaren “Federal Almanya” başta olmak üzere Avrupa ülkelerinden gelen işgücü talebidir. Türkiye’nin henüz yıllık ihracatı 1 milyar dolar bile değilken, işçilerin ana vatanlarına gönderdikleri döviz tutarları 750 milyon dolara, 1973’de 1,5 milyar dolar büyüklükle ihracat rakamına yetişerek cari dengemizi tek başına artıya geçirir büyüklüğe erişmiş, ardından hızla milyar doların altına düşmüştür. Mukayese için: Şimdiki zamana indirgersek, 2016 ihracatımıza kıyasla 1970 yılları oranlarına denk miktar işçi dövizinin 130 milyar dolar civarında olması kadar büyük ve önemli bir rakamdır. Biz bu şansı iyi kullandık ve söz konusu dönem en hızlı büyüdüğümüz ve hatta gerçek anlamda kalkındığımız devirdir. 60 ve 70’li yıllarda yurt dışında çalışan işçi vatandaşlarımızın gurbete yerleşme planları olmadığı için tüm tasarruflarını Türkiye’ye getirerek adeta Türk Halkını ve Devletini ihya etmişlerdi. Devlet bu tür döviz girdilerini teşvik için çeşitli bankacılık teknikleri ile ülkenin döviz ihtiyacını geçici de olsa çözme yoluna gitmiştir. Gitmiştir ama 70’li yılların başlarında önce petrol, ardından Kıbrıs Krizleri ve ambargolar, bunlarla birlikte 12 Mart Müdahalesin etkileri ve ardından siyasi istikrarsızlıklar bir çuval inciri berbat etmiştir. Üstelik Türk halkının hiç bitmeyen “dövizle imtihanına” ilaveten ayrıca 35 yıl sürecek “fahiş enflasyon” dönemi “kambur” gibi bünyemize eklenmiştir.
1970 yıllarının başlarında dövizde çifte fiyatın iyiden iyiye kurumsallaşması sebebiyle gurbetçi işçilerimiz, efektiflerin önemli kısmını “kaçak yoldan” gayri resmi şekilde ülkeye sokmayı tercih etmeye başlamışlardır. Çifte döviz kuru bu dönemde “kaçak ihracatı” da olağan hale getirmiş, ekonomimiz içinden çıkılmaz halde tam bir kördüğüme, daha beteri kaosa dönüşmüştür.
Derin Krizin Tarifi
Türk siyasetinin en önemli figürlerinden merhum Süleyman Demirel’in en meşhur ikinci deyişi “70 sente (USD Cent’i) muhtaç iken…” yarım cümlesidir. Bu laf, “1. Milliyetçi Cephe” döneminde “enkaz” devralan hükûmetin “Hac Organizasyonları” için tahsis ettiği 70 milyon USD tutarlı ekonomik fedakarlığa gönderme yapmak gayesiyle söylenmiştir; 70 kuruş bile yokken ve buna muhtaçken 70 milyon buldum, ödedim” demek istemiştir rahmetli “Baba”. Gerçekten o yıllarda genel ekonomide ve özellikle dış ödemelerde durum “cehennemden” farksız idi. TCMB üzerinden yapılan ithalat ödemelerinde düzensizlik başlamış, enflasyon kontrolden çıkmış, her şeyin kıtlığı ve en sarsıcı olanı “döviz yokluğu” baş göstermişti. Ve sonunda TCMB “oyun bitti herkes başının çaresine baksın” dedi; Yani “bende döviz yok, ithalat yapacaklar kaynağını kendi bulsun”, demekti bu itirafın tercümesi, bu aczi ilam. Peki mevcut mevzuata göre bu önermeyi uygulamak mümkün müydü?, elbette değildi, çünkü bizim devletimizin bu tür “suyu çok fazla yokuşa sürmeyelim, ayıp olmasın” endişeleri, asla olmaz. Diğer bir deyişle devletimiz diyordu ki; “Yurt dışından ham madde, yatırım, ara mal vs ne lazımsa borca alın, getirin, mevzuatı da bu duruma uyumlu hale getirmem, beni karıştırmayın.” Tabiidir ki kredili ithalat yapacak işletmeler, eğer “batmış bir ekonominin” şirketleri olmasalardı belki bu seçenek mümkün olabilirdi, ama durumuzu bizden iyi bilen “elin (gâvuru!!) Avrupalısı” bize borca mal vermedi ve iktisadi çark neredeyse durdu.
Çare Tükenmedi!
Yukarıda “döviz kaçakçılığı ve karaborsacılığı” bahsinde bir ihtiyacın yasaklanmasıyla ona olan talebin yok olmayacağı anlatılmak istendi. Bizde döviz yasak iken Doğu Blok’u ülkeleri haricinde hiç bir ülkede, bilhassa da güney komşularımızda döviz ve efektifin yasak veya suç olması söz konusu bile değildi. Ekonomimiz, vatandaşlarımızın Avrupa’ya işçi olarak gitmesi ile birlikte yurt dışından para ve mal hareketleri babından yasaklarla engellenemez hale gelmişti; çünkü bu dış işlemlerin artık her iki tarafı da Anadolu insanlarıydı. Böylece İstanbul’da ve de Anadolu’da işçi gönderen her ilinde döviz ticareti yapan “esnaflar” ortaya çıktı. Başlangıçta gurbetçi işçi vatandaş, gizlice getirdiği efektifi – ki bu çoğunlukla Alman Markı (DM)idi- memleketinde döviz kaçakçısına “iyi” fiyattan satıp, mala- mülke plase ediyordu. Sonraları bu sistem gelişti ve “kaçakçı” dövizi yerinde teslim alıp, ödemeyi Türkiye’de yapmaya başladı. Yani işçimiz markını Berlin’de teslim ediyor, kısa sürede dövizin serbest piyasa fiyatından karşılığı lirayı Kayseri’de istediği kişiye ödeniyordu. İstanbul bu işlerin merkezi idi ve dövizciler iki muhitte toplanmıştı; Sirkeci ve Kapalıçarşı. Zamanla paralel (aslında gerçek) “döviz piyasasını” oluşturacak olan bu sarraf kökenli “tüccarları ve işlerini” tarif ederken nedense Tahtakale adı uygun görüldü ki Mahmutpaşa’ya bitişik bu bölgede esasen daha ziyade saatçi – kırtasiyeci esnafı ile seyyar satıcılar bulunurdu. Tahtakale, 70’li yıllarda bir numaralı “iktisadi aktör” olarak Türkiye Ekonomi tarihinde özel bir yere sahip olmasına rağmen ve hâlâ, o dönem orada neler olup bittiği tam olarak bilinmez.
Tahtakale
Belki de bir banka (70’lerin en önemli özel bankalarından) adı çağrıştırdığı için bu isim “yasa dışı döviz ticareti” nin “lakabı” olmaya layık görülmüştür, ama icra ettiği işlevlerini sıradan bir bankanın yerine getirmesi şimdiki teknoloji ile dahi oldukça zordur. Merkez Bankası yani Hükûmet “herkes başının çaresine baksın, parasını peşin aldığım transferleri 2-3 yıl sonra belki yaparım” dediğinde, doğaldır ki Türk İş İnsanı, fabrikasını – işletmesini kapatmak yerine çare arama yoluna gitti. Yollardan biri, içeride el altından dövizi toplayıp – satın alıp çantasında ithalatını yapacağı ülkeye gidip, ödemesini yaparak malının yüklemesini sağlamak idi. Ama bu yolun her tarafı riskliydi, çünkü yakalanırsanız hapse giriyordunuz. İşin kolay yolu ise, Tahtakale’de doğru bir esnafı bulmaktı. Siz ona paranın cinsi, miktarı ve ödeme yapılacak şirket veya kişinin ismini söylüyordunuz, “kaçakçı” size ödeyeceğiniz liranın miktarını… Bu işleme havale, yapana havaleci adı verilmişti. Kapalıçarşı esnafının külçe altın ihtiyacı ve “hayali ihracat indirmesi” işi için zaten mevcut bir kanalı vardı ve bu iyi çalışan yapının (kanalın) geliştirilmesi yoluna gidildi. Şimdi garip gelebilir ama 70’li yıllarda Avrupa şehirlerine düzenli otobüs seferleri vardı ve Bulgaristan üzerinden seyahat edilirdi. Elbette Türkler için henüz vize yoktu. Bu otobüsler ufak tefek şeyler getirip götürmek için uygun “yerlere” haizdi. Belki de söz konusu donanımlar sonradan eklenmişti ve boş da olsa tarifeli uçak seferleri gibi İstanbul – Zürih arasında da gidip gelirlerdi. TCMB’nin özel sektör dış ödemeler görevinden istifası(!) ile birlikte 1977’den itibaren, neredeyse ekonomik hayatımızın tüm dışa bağımlı aktörleri Kapalıçarşı’nın abonesi olmak zorunda kaldılar ve işin boyutu aniden değişti. Artık adeta Merkez Bankasının ve bankaların dış işlemleri fonksiyonu Tahtakale’ye teslim edilmişti; işlem hacmi ise milyar marklarla ifade ediliyordu. Bu yapının çözülmesi zorunlu olan üç temel sorunu vardı: Yönetim, güvenlik ve yeterli efektif temini. Güvenliği devlet garanti ve temin etti. Efektif teminini ise fiyat elastikiyeti sayesinde işçiler ve parasını dışarıda tutan ihracatçılar halledince ” esnaf kesimi” şirketleşerek çağdaş bir organizasyon ile işleri “tıkır tıkır” yürür hale getirdi. Söz konusu şirket yapısının şeffaf ve sağlıklı fiyat oluşumu sağlanmasına katkı sağlayacak olan Türkiye’nin ilk gerçek piyasaları olan “döviz ve altın pazarlarını” Kapalıçarşı’da iki farklı sokak içinde kurma becerisi de bir diğer ilginç hikayedir. Polis korkusu ile dolara dolar, marka mark diyemeyen (tam, çeyrek, kraliçe… şifreleri kullanılırdı) dövizci esnaf, “çift taraflı kotasyon” yöntemini kullanıyordu. Reuters’in bankalar dışında hiçbir kuruma vermediği “veri ekranını” Turpak hattı üzerinden bir Kapalıçarşı esnafına tahsis etmesi 1970’lerin hem en ciddi finans efsanesi, hem de dönemin en fonksiyonel haberleşme aracının “gerçek dövizcilerin” hizmetine sunulması olmuştu. Çarşı esnafı vadeli döviz (forward) işlemlerini, -hem de “gelesiye” tabiri ile Türkçeleştirme suretiyle- etkin biçimde kullanma becerisini de göstermişti. 1982 yılına kadar devam eden bu oluşum, tüccar sınıfımızın en başarılı şekilde gerçekleştirdiği “açık uçlu sermayeli” ortaklık çalışması vak’asıdır.
Söz konusu “operasyonlarda” yurt dışından temin edilen dövizler doğrudan İsviçre’ye aktarılıyor, yurt içindeki efektifler Kapalıçarşı’da toplanıp, tasnif ve nakliye işlemleri sonucunda yine aynı ülkenin bankalarına güvenli şekilde gönderiliyordu. İsviçre bankalarında toplanan dövizler Dünyanın her ülkesi ve bankasına, Türkiye’nin yurt dışından temini zorunlu ihtiyaçlarının ithalat ödemeleri için havale ediliyordu. Bu operasyona topraklarını kullandıran her ülkenin “bedeli mukabilinde” Türkiye’ye yardımcı olduğunu düşünmek çok şüpheci bir yaklaşım olmayacaktır. Havale İşleri Organizasyonu (şirket), monopsoni olmanın avantajı ile “kur kontrolünü” başarılı şekilde becermiş, kısa vadeli “zararlı rekabet”i engellemek için ilginç yöntemler kullanmıştır. Bu organizasyona ortak olarak girenlerin çoğunluğunun aynı şehir kökenli olmasının getirdiği kolaylıkların yanında, tepe yöneticisinin bu işlere uygun yüksek eğitimli, temsil kabiliyeti ve lisan bilgisi olan bir çarşı esnafının gelmesi de diğer bir ilginç faktördür. Tahtakale’de oluşan Şirket, en az dört yıl MB fonksiyonlarının bir kısmını yerine getirmek sureti ile ekonominin en sıkıntılı döneminde tarihi bir misyonu yüklenerek hakkıyla yerine getirmiş, zamanla varlığına ihtiyaç ve talep kalmayınca tasfiye edilmiş ve de hafızalarda sadece “folklorik bir figür” olarak kalmıştır.
Hayali İhracat ve İndirmecilik
Bir zamanlar “ekonomiyi destelemek için ihracatı teşvik etmek gerekir” paradigması çok revaçta idi ve bu maksatla, ihracat yapana “oransal hesap” üzerinden derhal nakit para ödenirdi: Vergi İadesi. Şimdilerde de vergi iadesi var ama yöntemi tamamen farklıdır. 1970’lerde dövize sıkışınca “finans sihirbazları” dedi ki: İhracat yaparak, bedelini bankalara getirip satan tüccara şu kadar nakit ödeme yapalım. Hesap şöyle; döviziniz var, yurt dışına çıkarır, ardından “ihracat bedeli” kılıfında getirip TCMB’ye – sonraları ticari bankalara- satarsanız hem dövizin karşılığını hem de vergi iadesini hemen alıyordunuz. İşte bu iki girdi tutarıyla alabildiğiniz döviz miktarı, başlangıçta işe yatırdığınız döviz tutarından fazla ise, aradaki fark kadar parayı kazanmış oluyordunuz. Ayrıca bir de Gümrük Çıkış Beyannamesi gerekiyordu ki bu detay, işi bilen için “ticaretin” en kolay olan kısmı idi. Bahsedilen bu işe hayali ihracat adı verildi. “Hayali ihracatçı” bu iş ilk icat edildiği dönemin başlarında “dandik malları” kamyonlara yükleyip gümrükten geçiriyordu; sonraları bu zahmete bile gerek kalmadı. Siyasetçiler ülkeye “gelen dövize” bakıyordu, bürokrasi ise “bu zaten bizim(ülkenin) dövizimiz” diyerek hayali ihracat “operasyonuna” içten içe karşı çıkıyordu. Bu ikili bakış açısı nedeni ve sebebi yüzünden yıllar sonra birçok kişi hapis cezasına mahkum oldu ve bunlardan biri merhum Demirel’in yeğenidir. Peki bu para, yani döviz, gerçekten “bizden birisinin” – bir bireyin dövizi mi, yoksa bürokrasinin iddia ettiği gibi gerçekten “kolektif bir mülkiyet” mi söz konusu? Galiba temel sorunumuz bu algılar arasındaki farkta… Düşünün, bir miktar liranız var, bu varlığın sahipliğini kimse sorgulamıyor, ama bu parayı dövize çevirdiğinizde bir anda 80 milyon ortağınız oluşuyor. Nasıl bir döviz fetişizmi ise artık?… İndirme kelimesi ise “güya ihracat” bedelinin TCMB veya yerel bankanın nostro hesabına geçilmesi işleminin adıdır.
DEVALÜASYON
Yüz yıl kadar önce Türk Lirası ile Amerikan Doları eşitti. Eğer 2004 yılında TL’den altı sıfır atılmasaydı bugün 1.- USD = 3,500,000.-TL olacaktı. Yani paramız 100 yıl içinde dolara göre üç buçuk milyon kat fazla değer kaybetmiş, diğer bir deyişle bu iki para biriminin arasındaki enflasyon farkı 3,5 milyon kat. Ya da elinde USD tutan, TL tutana göre 3,5 milyon kez kârlı… “Peki bu niye böyle”, “bu hesap nasıl bir şeydir?” sorularının cevabı basittir. Finans aritmetiğine göre ABD ile Türkiye’nin yıllık ortalama %16,25 enflasyon farkı 100 yılda 1’e 3,500,000.- makasının oluşması için yeterlidir. Biliyoruz ki bu enflasyon farkı 100 yıllık tarihimizin tümünde değil ama 1970’lerden itibaren 35 yıl boyunca aralıksız devam etmiştir. Bu uzun süreli vahşi enflasyonun zulmünün tek makul izahı “devlet politikası” şeklinde olandır. Yüksek enflasyon ve bunun doğal sonucu olan devalüasyon, bir “servetin el değiştirmesi” yöntemidir ve gecekondulaşma politikası ile birlikte ekonomide kağıtların yeniden dağıtılmasında kullanılan bir yoldur. Yüksek enflasyon politikasının iktisadi bedelini veya varsa mükâfatın ne olduğunu henüz tam olarak bilmiyoruz ama çok yüksek sosyal bedel ödediğimizi ve ödemeye devam edeceğimizi söylemek için bilim insanı olmaya gerek yoktur.
Devalüasyon, sabit veya kontrollü kur rejimi uygulayan bir ülkenin parasının dövize göre hızlı ve yüksek miktarda değer kaybıdır. Bu tanım, dalgalı kur rejimleri için yetersiz kalmaktadır. Ancak son üç yılda Türkiye’deki kur hareketlerine devalüasyon diyebilmek için tanımı değiştirmek gerekir ki belki adını “piyasa devalüasyonu” şeklinde ifade etmek gerekebilecektir. “Bir yıldan kısa dönem içinde paranın enflasyonla düşük korelasyonlu % 20 ve üzeri değer kaybıdır” demek, zamanın ruhuna daha uygun olabilir.
Bir ülkede kriz için ekonomik gerekçeler oluşmakta ise malum sonuç geç de olsa mutlaka gerçekleşir. Devalüasyonun çeşitli sebepleri vardır ama en sık görülen gerekçe, düzeltmedir. Döviz kuru bir süreliğine, yüksek faiz, hükûmet politikası, yüksek döviz arzı vs gibi nedenlerle baskılanabilir; yani olması gerekenin altında bir seviyede seyreder. Bu anormallik bir bahane bulunarak sert hareketlerle düzeltilir. Bu hareketin sertlik derecesi, enflasyonun yüksekliği, baskılanma süresinin uzunluğu ve” bahanenin “etki gücü ile yüksek korelasyona sahiptir. Devalüasyon – enflasyon ilişkisi aslında çift yönlüdür. Özellikle dışa bağımlı ekonomilerin ve paraları “hard currency” olmayan ülkelerin enflasyon etkenlerinin başında kur hareketleri gelir. 1990’larda 100 birim devalüasyonun 65 birim enflasyonu yarattığı hesaplanıyordu, şimdilerde bu oran 10 -15 aralığına düşmüştür.
Devalüasyon Kötü müdür?
Paramızın değer kaybı bazen iyi, bazen kötü, kimileri için iyi, diğerleri için kötü olabilir. Gelişmekte olan ülkeler için çoğunlukla iyidir. Yunanistan Avrupa Birliği üyesidir ve Euro Para Siteminin içinde olduğundan devalüasyon yapamıyor, çünkü kullandığı para üzerinde hükümranlığı yok. 2008 – 2009 Dünya krizinde verimsiz ekonomisinin foyası ortaya çıkınca klasik iktisat teorisine göre fiyat ve varlık konsolidasyonu yapmak zorunda kalan komşumuz, bunun tek yolu olan devalüasyon ilacını kullanamadı ve “kilitlendi”. Bunun yerine Dünya İktisat Tarihinde bir ilki yapmak zorunda kaldı; “ücretler ve diğer kamu ödemeleri” nominal olarak düşürüldü. Biz bu tür reel ücret azaltmasını “ücret zamlarını” devalüasyon – enflasyon oranın altında yaparak, ama nominal olarak az da olsa arttırma illüzyonu sureti ile yapıyorduk ve daha “yutturulabilir” bir yöntemdi. Bu nedenledir ki Yunanistan’da tüm yerleşik siyasal yapı kökünden sarsılmıştır. Özetle devalüasyon verimsiz ekonomiler için bir palyatif ilaçtır, ama neticede bir ilaçtır. İhracatın önce reel, sonra yerel para birimi ölçüsünde artmasına yarar, ithalatı pahalı hale getirir – bunun iyi bir şey olması tartışmalıdır-, varlık değerleri dış alem için düştüğü için malımıza – mülkümüze “nihayet” müşteri çıkar vs…
Devalüasyonlarla ilgili uzun bir tarihimiz vardır, ama konumuz bu değildir. Üzerinde durulması gereken husus, “paramızın değerinin düşürülmesini hep dış güçler istemiştir ve kötü polis ‘IMF’ bizi zorlamıştır” umum algısıdır. Bizim ilk devalüasyon maceramız 1946’da IMF’ye üye olmadan hemen önce, “bir an önce mümkün en yüksek oranda” gerçekleşen “liranın radikal % 150” değer kaybıdır. Çünkü IMF’ye üye olduktan sonra % 10 üzeri devalüasyon yapabilmek için bu kurumdan izin almak mecburiyetinden kaçınmak istemiştik. Ne paradoks ama…
Bizim Büyük Krizlerimiz
Türk insanı kriz teriminden “dövizin hızla değer kazanmasını” anlar. Çünkü kriz için asıl indikatör devalüasyondur, arkasından pahalılık, işsizlik, parasızlık geleceğini bilir; “güvendiği dağlara kar yağdığını anlar”, çünkü siyaset bir kez daha çökmüştür. Halbuki liranın değer kaybı aslında neden değil sonuçtur, onu görmez; Azrail’in göründüğü gibi, devalüasyon ölümün işaretidir, diye düşünürüz. Kızdığımız, ürktüğümüz, suçladığımız şey hep döviz olmuştur ama krizlerde el oğlunun parasına “hücum etmekten” bir türlü vazgeçmeyiz. Dövizle olan bu hastalıklı ilişkimiz bir aşk – nefret ilişkisi midir, yoksa öğrenilmiş çaresizlik emaresi mi? bilinmez. Ekonomi tarihimiz maalesef ibretlik “acizlikle” doludur; aksini iddia edenlerin tümünün hala hatırlayabileceği 2001 Krizimizi düşünelim. Her şey bir “anayasa risalesi” yüzünden mi oldu? Siyasi kaderimizin sonsuza dek değişmesi ile sonuçlanacak hikaye bu kadar basitse, bu ülkede en üst devlet adamı olmak için ne “tür meziyetler gerekmektedir?” sorusunu sormalıyız. Literatürde ekonomik yani parasal krizlerin başlangıç noktası “ödeme – nakit” dar boğazı olarak anlatılır. Biz banka önlerinde kuyruklarda beklemedik, devlet ödemelerini düzenli yaptı, ama çok korktuk, çünkü liramız değer kaybediyordu. İmkanı olanlarımız krizi fırsata çevirdi, çoğunluğumuz “olan paramızla”, olmayanımız ATM’lerden faiziyle kredi kartından nakit çekip, dolara – marka koştuk, hatta TCMB Başkanımız bile öyle yaptı.
Seçim, referandum, uçak düşürme vb durumlarda telefonumda kayıtlı olmayan veya yıllardır aramayan numaraları gördüğümde bilirim ki arayanlar “döviz nereye gider” sorusunu soracaktır. Yurt dışında döviz büfeleri turistik mahallerde vardır ve içlerinde sadece turistleri görürsünüz, bizde her mahallede varlar ve içlerinde sadece biz varız. Enflasyon oranımız % 10’ların altına düşünce dövizin cazibesini tamamen kaybedeceğini düşünenler yanıldı, döviz büfeleri halen hayatımızın içinde ve bu anlaşılmaz durumun ekonomik değil ama mutlaka karmaşık sosyokültürel gerekçeleri olmalıdır.
Döviz Gerçekte Kimindir?
Döviz elbette sahibi kimse onundur, kolektif mülkiyete tabi olacak bir “milli servet” muamelesi görmesi an azından, “komiktir”. Dövizin tüm halkın “müzmin sorunu” olması döviz varlıklarımızın da tüm halkın sorumluğunda olması demek değildir. Döviz varlığı kiminse onun tasarrufundadır, aynen döviz borcunun da sadece borç sahibini ilgilendirdiği gibi… Cumhuriyet Dönemi TBMM tutanaklarından başlayıp, en ücra kasaba gazetelerine kadar detay inceleme yapılsa “ memleketin – milletin dövizi” deyiminin şaşırtıcı sıklıkta kullanıldığını görürüz ve bu absürdün bilimsel bir izahı mutlaka bulunmaktadır. Ancak bu izah ne olursa olsun mantıklı yada en azından ahlaklı değildir. Milli Korunma Kanunu, CHP Tek Parti Dönemi Yönetimine fatura edilir durur, acaba aslında “narh koyma ve müsadere etme” zavallılığı halkın kahır ekseriyetinin talebinin zuhur etmesi midir? Şehirlerde başkasının – kamunun tapulu arazisini “çevirme” sureti ile gasp etme temayülü, fırsat oluşursa döviz varlıkları için de söz konusu mudur? Bunun bariz örneğini Türk Ticaret Bankasının 1994’de başına gelen durumla ama daha avam olanını, döviz kredisi kullanan banka müşterilerinin “mahkeme” marifeti ile borçlarının TL üzerinden yeniden hesaplama “mucizesinde” görebiliriz. Bu noktada, “milletin dövizi” demekten kastın, devlet dış borçlarına ilişkin endişeleri ifade ettiğini iddia edenler vardır. Yani, “bizim derdimiz, ‘ya Devlet dış borçları ödeyecek dövizi bulamazsa’ ne yaparız” diyenlerin söylemleridir. Bu tür söylemlere karşı doğru cevabın verilmesi, “döviz korkumuzun” yenilmesi için şarttır. Dış borç kötü bir şey değil aksine genel ekonomi için iyidir. Başka ülke insanlarının tasarrufları bize harcamamız için verilmektedir ve bu “teveccüh” bize refah ve zenginlik imkanı sağlar. Kaldı ki, borç verenler iyi bilir; asıl onların gözü uyku tutmaz, borçluların değil. Dış borç kötü bir şey olsa dünyanın en büyük ekonomisi, dünyanın en borçlusu olur muydu? Dış borç iyi bir şeydir, bırakın verenler düşünsün; kaldı ki en iyi finans ve siyasi analizciler borç verenler tarafından istihdam edilir ve bize borç verecek kadar zengin olanların paralarını sokağa atmayacak bir zekaya sahip olduklarına göre bir bildikleri vardır.
İŞLETMELERİN DÖVİZ SORUNU
İşletmelerin döviz varlıkları borçlarından ve dövizli gelirleri giderlerinden fazla ise liranın değer kaybı iyidir, bu önermenin tersi de doğrudur. Aktif –Pasif Yönetimi, Kur Riski Yönetimi vb çalışmalarla dövizdeki belirsizliklerin muhtemel zararları minimize edilebilir. İşletmelerimiz için Yabancı Para riskleri konusunda hem bilgi hem de ürün desteği bulmak ve almak oldukça kolaydır. Temel birkaç teori ve yöntemi bilen her finans yöneticisi kurallara riayet ettiği takdirde şirketini batıracak ölçüde kur – kambiyo zararları yazmaz. Finans kuruluşlarımız dışında kalan işletmelerimizi kur riskine karşı korumaya yönelik bir mevzuat yoktur. Sadece dolaylı yoldan bir tedbir yöntemi olan “kredi müşterileri bankacılar tarafından” gerektiğinde nazikçe ikaz edilmesi vardır.
Yabancı para (FX) ile işi olmayan işletmelerin dövizin zarar riskinden azade olmaları ancak kısmen mümkündür, çünkü ülke genel iktisadi kötü gidişatı sonucunda her bireye bir şekilde dokunulacaktır, elbette beraberlerinde tüm kurumlar da bu durumdan etkilenecektir.
“Döviz Zararlısından” Kendinizi ve İşletmenizi Koruma Yolları:
1. Döviz literatürünü doğru öğrenmek ilk aşamadır; mesela Döviz Piyasaları, Ödemeler Dengesi, Çapraz Kur, Para Arzı vs.
2. Bir miktar finans temeli ve finans aritmetiğini bilmek sonraki önerileri kullanabilmek için gerekecektir.
3. Dövizin fiyatını belirleyen faktörleri takip etmek zorundasınız, yani piyasa dinamikleri ve Türkiye için iç siyaset aktörlerinin ruh hallerini… Piyasa yorumcularını haftada iki kere dinlemek yeterlidir, fazlası fazla fayda sağlamaz.
4. Dolar Endeksi ve Reel Efektif Döviz Kuru Endeksini (REK) takip etmek çok değerli ve en önemli yardımcınızdır. Dolar Endeksi, 1973 yılı 100 bazlı ve USD’nin 6 diğer “Hard Money”lere göre kur hareketlerinin göstergesidir. REK ise Liramızın 36 ülke para birimine göre değerinin bağımsız değişken faktörlerinden temizlenmiş halini verir ve başlangıç endeksi 100’dür. TCMB tarafından her ay yayınlanmaktadır. REK eğer 100 civarı ise liranın değeri muhtemelen makuldür; 80 civarında TL ucuz FX pahalı, 120 -130 ise tersi… Ticarette para kazanabilmek için tek bir yol vardır, “ucuza alıp, pahalıya satmak”.
5. Bir ülkenin para birimine verilen faiz oranı düşerse teorik olarak ve çoğunlukla varlıkların değerleri yükselir. Ülkemizde dövizi yatırım yapılabilen varlık kategorisinde kabul edersek, “düşük faizde” lira değer kaybedecektir; ama bu tür değer kayıplarının orta vadede telafisi çok sert olabilir. Faizle ilgili önermenin tersi de doğrudur.
6. Hiçbir varlığın fiyatı sonsuza kadar yükselmez veya sıfıra kadar düşmez. Çevreden sıklıkla “dolar 5 lira – 10 TL olacakmış”, tarzında ifadeleri duymak mümkündür. Bu afaki tahminlerin birer hesabının olması gerekmektedir, aksi durumda bu uydurmacalar zararlı bir kâhinlikten başka bir şey olamaz. Eski krizlerimizi hatırlayan insanlar, dövizin kısa sürede 3 katına kadar yükselip % 100 devalüasyon seviyesinde stabil olduklarından yola çıkarak haybeye “üfürmektedirler”. Evet, eski krizlerimizin kur düzeltme yüzdeleri % 100 – 200 idi; çünkü dövizin baskılandığı geçmiş birkaç yıl içinde oluşan kümülatif enflasyon (yada TL faiz) – devalüasyon farkı % 100’ün üzerinde bir rakama ulaşmaktaydı. Elbette ki kur düzeltmesi bu yüksek yüzde etkisi ile çok sert oluyordu. Son 10 yılda enflasyon ve de faiz oranlarımız % 10 civarında seyrettiği için, 20 yıl öncenin yıllık % 75 enflasyon oranlarına göre bugünün “düzeltme çarpanı” da aynı miktarda düşük olacaktır. Yani kısa süre içinde “doların ikiye üçe katlanması” kahve dedikodularıyla hareket etmek bir yöneticiye uygun tarz değildir.
7. İş gereği veya kazara FX riskleri aldıysanız ve işler ters gidiyorsa bu süreci bir uzman desteği ile yürütmek en ucuz maliyetli yoldur. Uzman size “stop loss, hedge etmek, VİOP” gibi imkanları anlatır ve ummadığınız kadar yardımcı olabilir.
8. Bir finansal ürünü “tarihi zirveden” almışsanız büyük ihtimal bu yatırım sizin uzunca süre diğer kazanç fırsatlarını kaçırmanıza sebebiyet verecektir. “Her işten para kazanılmaz”, düsturu ile zararı sineye çekip kayıpları eğitim maliyetleri hesabında takip etmekte yarar vardır.
9. Kendinizi “doğuştan şanssızlar ” kategorisinde görüyorsanız, piyasada işlem gören ve oynak fiyatlı yatırımlara hiç girmeyin, şansınızı başka alanlarda deneyin; aksi halde işletmenizi ve kendinizi “paranoid depresyona” sokarsınız.
KANUNLARLA BİR PARANIN DEĞERİ KORUNABİLİR Mİ?
Korunamıyormuş. Şuradan biliyoruz: 1567 sayılı 20 Şubat 1930 tarihli “Türk Parasının Kıymetinin Korunması Hakkındaki Kanun” halen yürürlüktedir, ama en çok değer kaybeden para bizim Lira’mızdır. İktisadi açıdan gelişmiş ülkelerde ise buna benzer bir yasa siyasetçilerinin akıllarına gelmemiştir. Buna rağmen bu ülkeler bizden ortalama – Almanya’nın 2. Dünya Savaşı düzeltmeleri hariç- 3,5 milyon kere daha fazla paralarının değerlerini koruyabilme basiretini göstermişlerdir. Diğer yandan 32 Sayılı Kararname ile başlayarak tüm özü değiştirilen TPKK’nın uygulaması günümüzde dünyanın en “ultra liberal” kambiyo rejimi haline getirilmiştir. Bu sonsuz döviz serbestliğine rağmen Liramız kendi kulvarında en riskli paraların başında gelmeye devam etmektedir. Acaba döviz korkumuzun yenmenin çaresini yasalarda aramak yerine, Mülk ve mülkiyet haklarına ilişkin yargılarımızı değiştirmeyi denemek yordamını seçmek zamanı gelmiş olabilir mi? Mülk’ten ne anlarsak anlayalım zaten mahkeme salonlarında “Adalet Mülkün Temelidir!” ibaresini okumak zorunda kalmıyor muyuz?
ŞERİF ELENDE KİMDİR?
1959’da Kilis doğumluyum. Kabataş Erkek Lisesi, İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Bölümü (tamamlanmadı) ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde okudum.
Yaklaşık 40 yıldır birçok farklı sektörde ve büyük ve KOBİ ebadı şirketlerde yönetici pozisyonlarında çalıştım. Artık eğitimci ve danışman olarak çalışmakta, MSGSÜ İstatistik Bölümünde yarım zamanlı öğretim görevlisi olarak 16 yıldır “Finansman ve Yatırım Teknikleri”, “Muhasebe” ve “Türkiye Ekonomisi” dersleri vermekteyim. “İşletme Sorunları” isimli dizi yazılarım birçok mecrada yayınlanmaktadır.
Paranın Yönü? Dolar, Borsa, Mevduat, Tahvil, Altın…
https://www.youtube.com/watch?v=IWMpIhSeHWc